Bölüm 2 İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ ÜZERİNE KURAMSAL BİR ÇERÇEVE

Çalışmanın ikinci bölümü, iklim değişikliği üzerine kavramsal bir çerçeve çizmeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda iklim değişikliği, iklim krizi ve küresel ısınma gibi kavramlar tanımlanmış ve aralarındaki nüanslar ele alınmıştır. İklim krizinin etkileri ve sonuçları tartışılmış, ayrıca iklim değişikliğine yönelik alınabilecek önlemler hakkında bilgi verilmiştir. Çevre ve iklim iletişimi bağlamında halkla ilişkiler uygulamalarını yorumlayabilmek için bu başlıklar önem arz etmektedir.

2.1 İklim Değişikliği, İklim Krizi, Küresel Isınma Kavramları Üzerine

İklim konusu çok kapsamlı bir konu olduğundan zaman içerisinde iklim değişikliği, küresel ısınma, iklim krizi gibi farklı tanımlamalarla ele alınmaktadır. İklim değişikliği günümüzde acil önlem alınması gereken bir problem olduğu için daha çok iklim krizi olarak karşımıza çıkmaktadır.

2.1.1 İklim Değişikliği

İklim değişikliği, sıcaklıklarda ve hava düzenlerinde uzun vadeli değişimleri ifade etmektedir. Bunlar, güneş döngüsünde meydana gelen değişiklikler gibi doğal olabilir, ancak 1800’lerden yana insan faaliyetleri; özellikle kömür, petrol ve gaz gibi fosil yakıtların yakılması iklim değişikliğinin ana nedeni olmuştur.98 İklim, yer kürenin herhangi bir yerinde uzun yıllar boyunca yaşanan ya da gözlenen tüm hava koşullarının ortalama durumu olarak tanımlanmaktadır (s. 13).99 Oxford Sözlüğü’nde, iklim değişikliği, sıcaklık, rüzgâr düzenleri ve yağıştaki değişiklikler de dâhil olmak üzere dünyanın hava koşullarındaki değişimler olarak tanımlanır.100 Özellikle, karbondioksit gibi gazların artması nedeniyle dünya atmosferinin sıcaklığındaki artış da bu kapsamda değerlendirilmektedir. Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPPC) göre; iklim değişikliği kavramı, iklim sisteminin sıcaklık ve yağış gibi temel özelliklerinde uzun bir zaman aralığında istatistiksel ölçümlerle tespit edilen doğal ve insan etkili değişimler olarak tanımlanmaktadır.101 Yine IPCC’nin başka bir tanımına göre; iklim değişikliği herhangi bir doğal değişiklik ya da insan faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan değişiklik olarak açıklamaktadır (s. 515).102 İklim değişikliği, araçsal ve temel bir araştırma biçimi olarak araştırmacılara disiplinler arası çalışma olanağı sunmaktadır (s. 3).103 İklim değişikliği, sadece bilimsel bir problem değil, aynı zamanda sosyal bir problemdir ve bu nedenle toplumsal hareketlerin çözümüne ihtiyaç duymaktadır (s. 30).104

2.1.2 Küresel Isınma

İklim değişikliği ve küresel ısınma üzerine sosyal bilim literatürü, son yıllarda hızla büyümüştür ve artık tek bir çalışmada anlamlı bir incelemeye izin vermeyecek kadar genişlemiş ve çeşitliliği artmıştır (s. 197).105 Her ne kadar iklim değişikliği literatürü çok geniş de olsa bu bölümde iletişim çalışmalarını ilgilendiren iklim kavramları tanımlanmış; etkileri, sonuçları ve alınması gereken tedbirler açıklanmaya çalışılmıştır.

Önceki çalışmalar; küresel ısınma ve iklim değişikliği terimlerinin farklı siyasi çağrışımlara sahip olduğunu göstermektedir. Örneğin, partizan web siteleri üzerine yapılan bir araştırma, küresel ısınma kavramının daha politize olarak kullanıldığını, iklim değişikliğinin ise daha tarafsız bir kavram olarak kullanıldığını ortaya çıkarmıştır (s. 13).106 Shi ve arkadaşları, 2009-2018 yılları arasında atılan #climatechange (iklim değişikliği) ve #globalwarming (küresel ısınma) kavramlarının toplum tarafından nasıl algılandığını araştırmışlardır. İklim değişikliği ve küresel ısınma arasındaki fark ince gibi görünse de iki söylem arasında farklılıklar bulunmaktadır. Yapılan çalışmada, “küresel ısınma” Jang ve arkadaşlarının (2015) yapmış olduğu çalışmayı destekler nitelikte daha politize olduğu ve daha çok genel fenomenlere, özellikle sıcaklıkla ilgili anormalliklere odaklanırken iklim değişikliğinin ise daha bilimsel bir bakış açısına sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Aşağıdaki Şekil 2.1’e bakıldığında kamusal söylemlerde “iklim değişikliği” kavramının “küresel ısınma” kavramına göre daha baskın olduğu görülmektedir. İnsanların bu kavramları ilişkilendirme biçimlerinde hala dikkate değer bir tutarsızlık olduğu sonucu ortaya çıkmıştır (s. 16).107

Şekil 2.1: İklim Değişikliği ve Küresel Isınma Tweet Karşılaştırması.

Kaynak: (Mavimbela ve diğerleri, 2018: 42)

Figure 1.1: Kaynak: (Mavimbela ve diğerleri, 2018: 42)

  1. 2009 ve 2018 yılları arasındaki #climatechange (iklim değişikliği) ya da #globalwarming (küresel ısınma) içeren tweetlerin sayısı (b) “climate change” ya da “global warming” içeren hastaglerin sayısı. Kaynak: (Shi vd., 2020: 16)108

2.1.3 İklim Krizi

Günümüzde iklim değişikliği kavramı, bir iklim acil durumu haline gelmiştir. Dünya iklimi üzerindeki insan etkisinin uzun tarihi, küresel ve ulusal siyasi başarısızlıklar nedeniyle eyleme geçmekte yavaş kalınması, 2015 Paris Anlaşması’nın ardından iklim değişikliğinin hızı ve kapsamıyla 1,5°C’nin altında tutma ihtiyacının fark edilmesi, çok daha acil ulusal ve uluslararası politik eylemlerde bulunulmasını gerektirmektedir (s. 1).109

Kriz kelimesi, klasik Yunan tıbbından gelmektedir. Krizi, hastalık metaforu üzerinden tanımlamak mümkündür: Bağışıklık sistemi hastalığı bastırdı ve hasta iyileşti ya da hastalık bağışıklık sistemini bastırarak hasta öldü. Kriz, işlerin aynı kalmayacağını ve değişimin olması gerektiğini vurgulamaktadır. Şu an insanlık da bu acil durum içerisindedir. Acil bir şekilde hastalığı tedavi etmeye yönelik eyleme geçilmesi gerekmektedir. Kriz anında ne olacağından çok ne yapılması gerektiğinin farkında olmak çok önemlidir. İklim krizini önlemek veya iyileştirmek için bu durumun farkına varılması ve acil eylem planlarının hayata geçirilmesi gerekmektedir (s. 3).110 Oxford Sözlüğü ise iklim krizi kavramını; iklim değişikliğini azaltmak veya durdurmak, çevreye ciddi ve kalıcı zararı önlemek için acil eylemin gerekli olduğu bir durum olarak tanımlamaktadır.111

İklim krizi, insani gelişme ve çevre üzerinde derin etkileri olan dünya çapında bir olgudur. Bu etkiler; yükselen deniz seviyesi, artan sel, tuzlu su girişi, kuraklık, aşırı hava koşulları, özellikle gelişmekte olan ülkelerde artan sağlık acil durumları, mahsul tahribatı, hızla artan gıda fiyatları ve 2 milyar insanı etkileyeceği tahmin edilen şiddetli su kıtlığı ile kesin olarak ortaya konmaktadır. 2050 yılına kadar 2 milyar insanı etkileyeceği öngörülmektedir (s. 1).112 Çalışma boyunca yapılan literatür bağlamında da iklim değişikliğinin daha çok fen bilimleri çalışmalarında kullanıldığını, iklim krizinin ise daha çok sosyal bilimler kapsamında kullanıldığını ifade etmek mümkündür.

2.2 Küresel İklim Değişikliği Problemine Yönelik Çözüm Arayışları

Günümüze kadar olan süreçte iklim kriziyle ilgili olarak birçok konferans düzenlenmiştir. Bu konferanslarda çözüm arayışına yönelik birtakım girişimler yapılmaya çalışılmıştır. Sera gazı salınımların azaltılması, üretim ve tüketim faaliyetlerinin yeniden düzenlenmesi, sürdürülebilirlik, biyolojik çeşitliliğin korunması gibi birçok konuda kararlar alınması iklim ve çevrenin korunması açısından çok önemlidir. İklimi iyileştirmek ve etik boyutta düzenlemeler yapılması için; bundan sonraki süreçte hayvancılık adı altında yapılan ticaretin sonlandırılması, et tüketimi kültürü, eşitsizlik üzerine kapsamlı çalışmaların yapılması da muhtemel görünmektedir.
İklim değişikliği krizine karşı tedbirlerin alınmasına yönelik uluslararası bilimsel ve teknik bilgilenme, örgütlenme, yasal bir çerçevede bir takım hazırlık ve yaptırımların olduğu hükümetler arası müzakereler ve anlaşmalar yapılmıştır. İklimin değişme olasılığını, ilk olarak 1896 yılında Nobel ödülü alan İsveçli S. Arrhenius ortaya atmıştır. Atmosferde artan CO2 birikiminin yol açacağı olumsuz sonuçlar konusunda, ilk uluslararası adım 1979 yılında düzenlenen Birinci Dünya İklim Konferansı’nda atılmıştır. Konunun önemi tüm dünya ülkelerine duyurulmuştur. Bu konferans sonrasında, 1985 ve 1987 yıllarında Avusturya’da Villach Konferansı, 1988’de ise Toronto’da iklim değişikliği üzerine siyasal faaliyetler geliştirilmesi için toplantılar gerçekleştirilmiştir. 1985 yılında yapılan Villach toplantısı, “Karbondioksit ve Öteki Sera Gazlarının İklim Değişimleri Üzerindeki Rolünü ve Etkilerini Değerlendirme Uluslararası Konferansı” başlığı altında yapılmıştır. 1988 yılında yapılan Değişen Atmosfer Toronto Konferansı’nda, küresel ölçekte CO2 gaz salımlarının 2005 yılına kadar %20 düşürülmesi ve bunun protokollerle geliştirilmesine yönelik bir sözleşme hazırlanması amaçlanmıştır.113 1992 yılında Nobel ödüllü birçok bilim insanının da yer aldığı 1.575 bilim insanı tarafından imzalanan Union of Concerned Scientist birliğinin mektubu, “Dünya bilim insanlarından insanlığa uyarı” başlığını taşıyordu. Bu mektubun 25. yıl dönümünde, 184 ülkeden 15.364 bilim insanı tarafından aynı başlıkla başka bir mektup daha imzalanarak ikinci bir uyarı bildirimi yayımlanmıştır (s. 13).114

Türkeş ve arkadaşları; iklim değişikliğiyle ilgili yapılan uluslararası konferansları “bilimsel ve teknik bilgilenme ve yasal bir çerçeve için hazırlık”, “eylem stratejileri”, “yasal yükümlülük hedefleri”, “yasal yükümlülükleri yürütme etkinlikleri” olarak dönemsel gelişmelere göre sınıflandırmışlardır.

Şekil 2.2: İklim Değişikliği Konulu Uluslararası Görüşmeler Sürecindeki Önemli Dönüm Noktaları ve Gelişmeler.

Kaynak: (Mavimbela ve diğerleri, 2018: 42)

Figure 1.2: Kaynak: (Mavimbela ve diğerleri, 2018: 42)

Kaynak: (Türkeş, Sümer ve Çetiner, 2000)

Aşağıda (Tablo 2.1) 1979-2010 yılları arasında iklim kriziyle mücadele etmek için yapılan anlaşmalar derlenmiştir (Çetintaş ve Türköz, 2017). Bunlara, ek olarak 2010 sonrasında yapılan anlaşmalar da eklenmiştir.

Tablo 2.1: Uluslararası İklim Değişikliği Müzakerelerinin Süreci.

Kaynak: (Mavimbela ve diğerleri, 2018: 42)

Figure 1.3: Kaynak: (Mavimbela ve diğerleri, 2018: 42)

YIL OLAY ÖNEMİ 1979 Birinci Dünya İklim Konferansı Fosil yakıtlara bağımlılık sonucu CO2 gazının tehlikeli olacağının açıklanması 1988 Hükümetlerarası iklim Değişikliği (IPCC)’nin kurulması İklim değişikliği alanında uluslararası bir komitenin oluşturulması 1990 İkinci Dünya İklim Konferansı 1992 Rio’da bir çerçeve sözleşmenin gereği için Bakanlar Deklarasyonu’nun onaylanması 1992 Birleşmiş Miletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sera gazı emisyonlarının azaltılmasını amaçlayan uluslararası antlaşma imzalanması 1994 BMİDÇS’nin yürürlülüğe girmesi BMİDÇS’nin uygulanmaya başlanması 1997 Kyoto Protokolü’nün hazırlanması BMİDÇS kapsamındaki EK-1 ülkelerine sera gazı sınırlama zorunluluğunun getirilmesi 2001 Marakeş Metni Türkiye’nin özel konumunun belirlenmesi 2004 Kyoto Protokolü’nün yürürlülüğe girmesi Türkiye’nin BMİDÇS’ne taraf olması ve taraf ülkelerin sorumluluklarının başlaması 2005 Bali Yol Haritası 2012 yılı sonrasına yönelik iklim değişikliğine ait yol haritasının çizilmesi 2009 Kopenhag Mutabakatı Türkiye’nin Kyoto Protokolünü imzalaması 2010 Cancun İklim Anlaşması Yeni anlaşma metninin oluşturulması 2015 Paris Anlaşması Sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun ortadan kaldırılması BMİDÇS’nin kararlarının geliştirilmesi 2019 UNCOP25 (Madrid) İklim krizi acil durumu “gezegen yanarken oyun oynamak” olarak tasvir edilmiştir. 2021 COP26 (Glasgow) Fosil yakıtların azaltılmasına yönelik önlemlerin artırılması 2022 COP27 (Egypt) Değişim yaratmak için sokaklardaki insanlara, bağımsız çevrecilere ve insan hakları aktivistlerine, stratejik davalara ve bağımsız mahkemelere ihtiyacımız var”

Kaynak: (Çetintaş ve Türköz, 2017; “United Nations Climate Change Conference,Wikipedia”, 2022.)

Kyoto Protokolü, karbon dioksit ve sera etkisine neden olan diğer 5 gazın salınımını azaltmayı yasal yükümlülüklere bağlamış; 1997 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde imzalanmış ve 2005 Şubat’ında yürürlüğe girmiştir. Türkiye ise bu protokole 2009 yılında katılmıştır. Türkiye Dışişleri Bakanlığı sayfasındaki verilere göre Kyoto Protokolünde 191 ülke ve AB yer almaktadır (Kyoto Protokolü).115

Özet olarak; Birinci Dünya İklim Değişikliği Konferansı, Cenevre’de 1979 yılında toplanmıştı. Uluslararası İklim Değişikliği Paneli, 1988’de kurulmuştu. Kyoto Protokolü (1997), iklim değişikliğinin azaltılmasına ilişkin ilk uluslararası anlaşmadır. Bugüne kadarki en kapsamlı anlaşma, 2015 yılında Paris’te COP21’de imzalanmıştır. İklim krizinin anlaşılmasına yönelik olarak birçok IPCC raporu yayımlanmaktadır. Yıllar boyunca bu uygulamalar kapsamında kendini gösteren iklim krizi acil eyleme dönüşmüştür. BM’nin bünyesinde gerçekleştirilen ardışık bir uluslararası konferanstan yapıcı bir sonuç çıkmamasına rağmen doğa bilimcileri kendi ilan ettikleri iklim acil durumunu, ahlaki yükümlülük ve insanlığa gerekli katkı olarak tanımlamaktadır. Eğer sistem bu şekilde ilerler ve gerekli önlemler alınmazsa dünyanın kesinlikle yaşanılmaz bir hale geleceği vurgulanmaktadır (s. 14).116

İklim acil durumu, apolitik, ekonomik, toplumsal ve kültürel açılardan da bir acil durumdur. 2019 yılında Madrid’de düzenlenen UNCOP25 konferansı, bu acil durumu “gezegen yanarken oyun oynamak” olarak tasvir etmiştir. Amazon ormanlarının büyük arazilerinin siyasi lisansla yakılmasından sonra, Avustralya’da eşi görülmemiş büyüklükte orman yangınları çıkmıştır (Harvey, 2016, UNCOP25: 16).117 Son yıllarda, ülkemizde de iklim krizi kaynaklı birçok orman yangını görülmektedir. 15 Aralık 2018 tarihinde, Polonya’nın Katowice kasabasında 200 ülkenin diplomatları, sera gazı emisyonlarını azaltmak için Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi kapsamında hazırlanan Paris Anlaşması’nı desteklemek ve uygulamak için bir araya geldi. Bu anlaşmanın amacı, ülkelerin belirli standartlar ölçüsünde gaz emisyonlarını izlemesini ve iklim politikalarını uygulamasını sağlamaktır. İklim krizi tek başına ulusal hükümetler tarafından çözülemeyecek kadar karmaşık bir sorundur. Bireylerden iş dünyasına kadar her kişi ve kuruma büyük sorumluluklar düşmektedir.118 2021 yılında Ege, Akdeniz, Batı Karadeniz, Güneydoğu Anadolu bölgelerinde çok büyük boyutlu orman yangıları görülmüştür. 59 ilde 299 orman yangını yaşanmıştır. Yüzbinlerce hektar orman ve yerleşim yeri küle dönmüş ve yüzbinlerce hayvan can vermiştir (Vikipedi, 2021). Gerekli önlemlerin alınmaması bu yangınların haftalarca sürmesine neden olmuştur.

İklim değişikliği çalışmalarından ortaya çıkan endişeler şu şekildedir (s. 3-4):119

Tehlike: Can kaybı, yaralanma veya diğer sağlık etkilerinin yanı sıra mülk, altyapı, geçim kaynakları, hizmet sunumunda hasar ve kayıplara neden olabilecek doğal veya insan kaynaklı fiziksel olaylar. Ekosistemler ve çevresel kaynakların zarar görmesi.

Maruz kalma: Olumsuz etkilenebilecek yer ve ortamlarda insanların, geçim kaynaklarının, türlerin veya ekosistemlerin, çevresel işlevlerin, hizmetlerin ve kaynakların, altyapının veya ekonomik, sosyal veya kültürel varlığının tehlikeye maruz kalması.

Hasar görülebilirlik – kırılganlık: Olumsuz etkilenme eğilimi ve yakınlığı ifade etmektedir. Güvenlik açığına, zarara duyarlılık ya da yatkınlık gibi durumlarla başa çıkma ve uyum sağlama kapasitesinin olmaması gibi çeşitli kavramları ve unsurları kapsar.

Etkiler: Doğal ve beşerî sistemler üzerindeki etkiler tanımlanmaktadır. İklim değişikliğinin sel, kuraklık ve deniz seviyesinin yükselmesi dâhil olmak üzere jeofizik sistemler üzerindeki etkileri, fiziksel etkiler olarak adlandırılan etkilerin bir alt kümesini ifade eder.

Risk: Değerlerin çeşitliliğini kabul ederek değerli bir şeyin tehlikede olduğu ve sonucun belirsiz olduğu durumlarda sonuçların potansiyelini tasvir eder. Genellikle risk, tehlikeli olayların veya eğilimlerin meydana gelme olasılığıyla bu olayların veya eğilimlerin meydana gelmesi durumunda olası etkilerle çarpımı olarak temsil edilir.

Adaptasyon: Gerçek veya beklenen iklime ve onun etkilerine uyum sürecine uyumu tanımlar. İnsan sistemlerinde uyum, zararı azaltmayı, önlemeyi veya fırsatlardan yararlanmayı amaçlar.

Dayanıklılık: Sosyal, ekonomik ve çevresel sistemlerin tehlikeli bir olay, eğilim veya rahatsızlıkla başa çıkmayı ifade etmektedir. Bu sistemlerin temel işlevlerini, kimliklerini ve yapılarını sürdürecek şekilde yanıt verme veya yeniden düzenleme, aynı zamanda uyum, öğrenme ve dönüşüm kapasitelerini tanımlar.

2.3 İklim Değişikliğinin Etkileri ve Sonuçları

İklim değişikliğinin etkileri ve sonuçları çok katmanlı bir yapıdan oluşmaktadır. Sıcaklıkların artması, doğal afetler, buzulların erimesi, mercan resifleri ve okyanusların tuzluluğunun artması, hava kirliliği, su kirliliği, yaşam süresinin uzaması, ilaçlama, biyolojik çeşitlilik bu katmanlardan bazılarını oluşturmaktadır. İklim değişikliğinin etki ve sonuçlarını daha iyi anlayabilmek adına bu başlıklara kısa bir şekilde değinmek önem arz etmektedir.

2.3.1 Sıcaklıkların Artması – Sıcak Hava Dalgaları

İklim krizinin ülkeleri yalnızca ısınma yoluyla değil, aynı zamanda aşırı sıcak hava dalgalarının daha sık görülmesi yoluyla da etkilemesi muhtemeldir. Miller ve arkadaşlarının yapmış olduğu çalışma bulgularına göre; bu yüzyılın sonuna doğru sadece ortalama sıcaklık değerlerine odaklanılarak tarımdaki iklim hasarlarının tahmin edilenden 5-10 kat daha büyük olabileceğini göstermektedir. Sıcak hava dalgalarının tarım sektöründe kişi başına düşen ekonomik çıktıyı azalttığı, uzun süreli şiddetli sıcak hava dalgalarının tarım dışı çıktıları da etkilediği tespit edilmiştir.120

Isı dalgaları sıcaklığın normalden daha sıcak olması değil, sıcaklığın birkaç gün devam etmesi, geceleri sıcaklığın neredeyse hiç düşmemesi, ısı yüksekliğinin insanlar için dayanılmaza yakın bir hal alması gibi durumları tarif etmektedir. Isı dalgaları bilim insanlarının iklim değişikliği ve küresel ısınma hakkında endişelenmeye başlamasından bu yana aniden ortaya çıkmamıştır. İlk belgelenmiş vaka, 1858 tarihinde Londra’nın üzerine çöken aşırı sıcaklık gösterilmektedir. Thames Nehri, iki milyondan fazla insanın atıklarını denize taşıyan bir lağım görevi görmekteydi. Gel-gitlerden dolayı atıkların çoğu geri gelmekteydi. Koku yaz sıcağında dayanılmaz boyutlara gelmişti. İçme suyu, şehir dışındaki yeraltı su kaynaklarından geldiğinden ve aynı zamanda insan atıkları tarafından kirlendiği için kolera da sürekli bir tehdit haline gelmişti (s. 2).121

2.3.2 Doğal Afetler

1996’dan 2015’e kadar olan süreçte, Belçika’nın Brüksel kentindeki Louvain Katolik Üniversitesi’ne bağlı Afetlerin Epidemiyolojisi Araştırma Merkezi (CRED) tarafından sağlanan veri tabanına göre, 7000’den fazla afet görülmüştür. Depremler, tsunamiler ve volkanik patlamalar gibi jeofizik afetlerin sıklığı hemen hemen aynı kalırken, sel, fırtına, sıcak hava dalgaları gibi iklim ve hava koşullarıyla ilgili olaylarda sürekli bir artış olduğu gözlemlenmiştir (s. 6).122

Şekil 2.3: Afet Türü Başına Ölüm Sayısı.

Kaynak: (“Poverty & Death: Disaster and Mortality 1996-2015 World | ReliefWeb”)

Figure 1.4: Kaynak: (“Poverty & Death: Disaster and Mortality 1996-2015 World | ReliefWeb”)

2.3.3 Buzulların Erimesi

Bush kitabında, buzulların erimesini deniz buzu, buzullar, deniz örtüsü, donmuş toprak olarak dört katmanda açıklamaktadır. Cryosphere olarak adlandırılan deniz buzu, buzullar, deniz örtüsü ve donmuş zemini içermektedir. Bu soğuk oluşumlar çok yüksek derecede donmuş su tutmaktadır. Bu buzulların erimesi, küresel deniz seviyesinin yükselmesi anlamına gelmektedir. Bu da birçok felaketi beraberinde getirecektir.123

2.3.3.1 Deniz Buzu

Deniz buzu, okyanus yüzeyinde yüzen donmuş deniz suyudur. Gezegenin her iki ucunda milyonlarca kilometrekarelik bir alanı kaplayan deniz buzu, donar ve ardından kutup mevsimleriyle birlikte erimektedir. İnsan faaliyetlerinin ve ekosistem habitatlarının mevsimsel ritimlerinin koreografisini oluşturur. Kuzey kutbunda, bazı deniz buzu yıldan yıla varlığını sürdürürken, güney okyanusu / Antarktika’da deniz buzu daha mevsimseldir. Bazı zamanlar tamamen erimekte ve her yıl yeniden oluşmaktadır. Bu her iki kutup bölgesindeki kara ve deniz memelilerinin yaşam alanları için hayati önem taşımaktadır (s. 16).124

2.3.3.2 Buzullar

1960’ların başından beri, yaklaşık 40 buzul için sürekli kütle dengesi kayıtları tutulmaktadır. Bu veriler, dünyanın çoğu bölgesinde buzulların boyutlarının küçüldüğünü göstermektedir. 1961’den 2005’e kadar birçok küçük buzulun kalınlığı yaklaşık 12 metre veya 9000 kilometreküp suya eşdeğer azalmıştır (SOTC). Dünya Buzulu İzleme Servisi’nden (WGMS) gözlemsel veri setleri üzerinde yapılan bir araştırmada “21. yüzyılın başlarındaki kütle kaybı oranlarının küresel ölçekte, en azından gözlemlenen zaman periyodu ve muhtemelen aynı zamanda kayıtlı tarih için emsali olmadığı” sonucuna varmıştır (s. 18).125

2.3.3.3 Buz Örtüsü

Buz alanı 50.000 km2’den fazla ise, buz tabakası olarak tanımlanmaktadır. Son buzul çağlarında, kuzey yarımkürenin çoğunu buz tabakaları kaplamış olsa da gezegende şu anda sadece iki büyük buz tabakası bulunmaktadır: Bu buz tabakalarının biri Grönland’da, diğeri Antarktika’dadır. Grönland buz tabakası, tabakaların ikisinden daha küçük olanıdır: yaklaşık 1,7 milyon km2’yi kaplar. Buna karşın, Antarktika buz tabakasının alanı çok daha büyüktür ve yaklaşık 14 milyon km2’dir. Bu, kıta ABD’sinin alanının bir buçuk katından fazladır (s. 19-20).126

2.3.3.4 Donmuş Toprak-Permafrost

Permafrost ya da kalıcı olarak donmuş zemin, en az iki yıl boyunca 0 °C’de kalan toprak, tortu veya kayalardan oluşmaktadır. Adına rağmen, permafrost, kalıcılığından çok istikrarsızlığıyla karakterize edilir. ‘Aktif katman kalınlığı’ veya ALT olarak adlandırılan katman, mevsimsel döngü boyunca eriyen ve donan katmandır ve daha sıcak koşullarda daha da büyümektedir. Permafrost, son 2-3 yılda ısınmıştır ve kuzey kutbu boyunca ısınmaya devam etmektedir. Kuzey yarımkürenin kara yüzeyinin yaklaşık %55’i, mevsimsel olarak donmuş topraklarla kaplıdır; bu, yüksek enlemlerde ve yüksek rakımlarda birkaç ay donmuş halde kalabilmektedir (s. 22).127

Büyük miktarlarda organik karbon, kutup bölgelerindeki donmuş topraklarda (permafrost) depolanır. Isınan iklim organik karbonun mikrobiyal parçalanmasına ve sera gazlarının karbondioksit ve metan salınımını hızlandıran çevresel değişikliklere neden olabilmektedir. Bu geri bildirim, iklim değişikliğini hızlandırabilir. Ancak bu bölgelerden kaynaklanan sera gazı emisyonunun büyüklüğü, zamanlaması ve bunların iklim değişikliği üzerindeki etkisi belirsizliğini korumaktadır.128

2.3.4 Mercan Resifleri ve Okyanuslar

Mercan resifleri, dünyanın herhangi bir yerinde var olan en üretken ve biyolojik olarak en zengin ekosistemlerden biridir. Balıklar, süngerler, kestaneler, kabuklular ve yumuşakçalar dâhil olmak üzere bilinen tüm deniz türlerinin kabaca dörtte biri için temel yaşam alanıdır. Ayrıca, dünya çapında kıyı topluluklarında yaşayan birkaç yüz milyon insan için temel ekosistem hizmetleri sağlamaktadır. Gelişmekte olan ülkelerdeki birçok kıyı topluluğunun geçimi, mercan resifleri arasında toplanıp gelişen balıklara bağlıdır. Bu geçim kaynakları, artık dünya resiflerinin kötüleşen durumu tarafından tehdit edilmektedir. 2011’de, Dünya Kaynakları Enstitüsü, dünya mercan resiflerinin durumunu ve bunlara yönelik tehditleri araştıran 2005’te yürüttüğü çalışmalarını yeniden gözden geçirdi. Enstitünün temel bulguları aşağıda sıralanmıştır (s. 22-23).129

• Dünya resiflerinin %60’ından fazlası, aşırı avlanma ve yıkıcı balıkçılık faaliyetleri, kıyı gelişimi, su havzası kaynaklı kirlilik veya deniz kaynaklı kirlilik ve hasar gibi bir veya daha fazla yerel kaynaktan dolaylı ve doğrudan tehdit altındadır.

• Mercan resifleri üzerindeki yerel baskılar arasında aşırı avlanma, yıkıcı balık avları, dünya resiflerinin %55’inden fazlasını etkileyen en yaygın acil tehdittir. Kıyı gelişimi ve havza kaynaklı kirlilik, her biri resiflerin yaklaşık %25’ini tehdit etmektedir. Deniz kaynaklı kirlilik ve gemilerden kaynaklanan hasar, yaygındır ve resiflerin yaklaşık %10’unu tehdit etmektedir.

• Dünyadaki mercan resiflerinin yaklaşık %75’i, yerel tehditler termal stres ile birleştiğinde tehdit altında olarak derecelendirilir. Bu, artan okyanus sıcaklıklarının son zamanlardaki etkilerini yansıtır, aynı zamanda mercanların kitlesel mercan ağartmasına bağlı olarak yaygın şekilde zayıflaması ve ölümüyle bağlantılıdır.

Hoegh-Guldberg ve arkadaşlarının mercan resifleriyle ilişkili balıkçılık, turizm, kıyı koruma ve insanlar için giderek daha ciddi sonuçları öngören mercan resifleri için gelecek senaryoların değerlendirdikleri çalışmada, atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonunun milyonda 500 parçayı aşması ve küresel sıcaklıkların 2050 ile 2100 arasında en az 2°C artmasının beklendiğini belirtmişlerdir Bu değerler mevcut deniz organizmalarının çoğunun evrimleştiği dönemin, en azından son 420.000 yılın değerlerini önemli ölçüde aşmaktadır. 21. yüzyılda beklenen koşullar altında, küresel ısınma ve okyanus asitlenmesi, mercanların resif sistemlerinde giderek daha nadir hale gelmesiyle birlikte, karbonat birikimini tehlikeye atmaktadır. Sonuç, daha az çeşitli resif toplulukları ve bakımı yapılamayan karbonat resif yapıları olacaktır. İklim değişikliği aynı zamanda, azalan su kalitesinden ve önemli türlerin aşırı kullanımından kaynaklanan yerel stresleri şiddetlendirerek resifleri giderek işlevsel çöküşün devrilme noktasına doğru itmektedir. Mercanların baskın olduğu ekosistemlerin kaybından kaçınılması için ölçeklendirilmiş yönetim müdahalesi ve küresel emisyonlar üzerinde kararlı eylemler gerekmektedir.130

2.3.5 Asitleşme

Okyanus suyunun kimyası, birçok deniz kabuklu türü üzerinde ölümcül etkisi olabilecek şekillerde değişmektedir. Okyanus asitlenmesi, deniz suyunda çeşitli kimyasal değişikliklere neden olmaktadır. Atmosferdeki karbondioksit, suda çözünerek karbonik asit oluşturmaktadır. Son 150 yılda okyanus yüzey suları, atmosferden büyük miktarlarda CO2 emdiği için %30 daha asidik hale geldi. Endüstri öncesi dönemden bu yana okyanuslar, atmosfere salınan CO2’nin çoğunu absorbe etmiştir, halen devam etmekte olan bir absorpsiyona sahiptir (s. 25).131

2.3.6 Oksijensizleştirme

Oksijen, mikroplardan balinalara kadar okyanustaki neredeyse tüm yaşam için gereklidir. Ancak son birkaç yılda okyanus ısınmasıyla bağlantılı iklim kaynaklı oksijen kaybının (deoksijenasyon) dünyanın tüm bölgelerinde giderek daha belirgin hale gelmiştir. Çözünmüş oksijen seviyelerinin neredeyse sıfıra düşmesiyle (hipoksi) deniz türleri hayatta kalamamaktadır. Etkilenen bölgeye “ölü bölge” denmektedir. Küresel okyanus oksijensizleşmesi, artan okyanus sıcaklıklarının doğrudan bir etkisidir. Okyanusların ısınması, oksijenin çözünürlüğünü azaltmaktadır (daha sıcak su daha az oksijen tutmaktadır). Okyanuslardaki oksijenin yükselmesi ve dolaşımı yoluyla, fiziksel karışım değişmektedir. Ayrıca, daha sıcak sular deniz canlılarının metabolizmasını artırarak, oksijen ihtiyaçlarını da artırmaktadır (s. 26).132

2.3.7 Plastik Kirliliği

6 milyardan fazla insan tarafından tüketilen plastik atık miktarı yılda yaklaşık 300 milyon tonu bulmaktadır. Bu plastiğin çoğu dönüştürülebilseydi, çevresel etki belki de yönetilebilir olabilirdi. Bu plastik atıklar hem deniz türleri hem de deniz kuşları üzerinde giderek daha fazla ölümcül bir hale gelmektedir (s. 27).133

2.3.8 Hava Kirliliği

Kirlilik, bugün dünyadaki hastalıkların ve erken ölümlerin en büyük çevresel nedenidir. Kirliliğin neden olduğu hastalıklar, 2015 yılında tahmini 9 milyon erken ölümden sorumludur. Dünya çapındaki tüm ölümlerin %16’sı; AIDS, tüberküloz ve sıtmadan üç kat daha fazla ölüm ve tüm savaşlardan diğer şiddet biçimlerinden 15 kat daha fazladır. En ciddi şekilde etkilenen ülkelerde; hava kirliliğinin sebep olduğu ölümler, tüm ölüm oranlarının dörtte birinden fazladır (s. 1).134

Kirlilik; şu anda milyonlarca insanın sağlığını tehlikeye atan, dünyanın ekosistemlerini bozan, ulusların ekonomik güvenliğini baltalayan ve hastalıklardan, sakatlıklardan ve erken ölümden sorumlu olan önemli bir küresel sorundur. Daha önce tanınandan çok daha geniş bir hastalık yelpazesi ile ilişkilidir. Hava kirliliği, astım, kanser, nöro gelişimsel bozukluklar ve çocuklarda doğum kusurları dâhil birçok bulaşıcı olmayan hastalığın önemli bir etkeni olduğu anlaşılmaktadır. Yetişkinlerde ise, kalp hastalığı, felç, kronik obstrüktif akciğer rahatsızlığı ve kanser gibi hastalıklara neden olmaktadır (akt. Bush: 32; Landrigan ve diğerleri, 2018).135

  1. Dış Hava Kirliliği İklimdeki son değişiklikler, özellikle sıcaklık artışları, dünyanın birçok yerinde çeşitli fiziksel ve biyolojik sistemleri hâlihazırda etkilediğini göstermektedir. Alerjen kalıpları da iklim değişikliğine bağlı olarak değişmektedir. Hava kirliliği, özellikle belirli hava koşullarının varlığında polen tanelerinin alerjenik potansiyelini değiştirebilir. Geçen yüzyılda; ekonomik ve endüstriyel büyümeye bağlı olarak hava kirliliğindeki büyük artış, çok sayıda Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde birinci dereceden çevre sorunlarına yol açtı. Hava kirliliği, şu anda dünyanın diğer bölgelerinde de ortaya çıkan bir sorundur.136

Dünya Sağlık Örgütü, 2016 yılında, dış hava kirliliğiyle ilgili kapsamlı bir çalışma yayımlamıştır. Yaklaşık 3.000 şehir ve kasabada, 540.000 kişiden veri toplanmıştır. Hava kalitesinin bir göstergesi olarak, partikül seviyeleri incelenmiştir. Partikül maddeler, erken ölümle sonuçlanabilecek çok çeşitli tıbbi durumlardan sorumlu olan zararlı bir kirleticidir (s. 32-33).137

  1. Evsel Hava Kirliliği Hava kirliliği ve bununla bağlantılı sağlık etkileri, küresel bir endişe kaynağıdır. Evsel hava kirliliği, iklim değişikliği ve temiz pişirme yakıtlarına erişim konularındaki mevcut politikalar hem dış mekân hem de ev içi hava kirliliğinin etkili bir şekilde nasıl azaltabileceğini ve insan sağlığını nasıl iyileştirebileceğini ele almaktadır.138

Katı ev yakıtlarının kullanımından kaynaklanan hava kirliliği, artık gelişmekte olan ülkelerde de önemli bir sağlık riski olarak kabul edilmektedir. Buna göre, kalkınma düşüncesinde ve yatırımda, yalnızca hanelerde tüketilen yakıt kullanımının verimliliğini artırmaya odaklanan çabalardan çevre ve insan sağlığını önceleyerek hava kirliliğine maruz kalmayı azaltmaya odaklanan çabalara doğru bir miktar kayma olmuştur. Ancak ne yazık ki bu tam olarak, iklim gündeminin uluslararası sürdürülebilir kalkınma konusundaki söylem ve eylemlerinin çoğuna hâkim hale gelmesiyle gerçekleşebilmektedir. Bu nedenle, merkezi olarak büyük sağlık etkisine odaklanan yaklaşımları optimize etmek yerine, hane halkı enerji gündemi de sürdürülebilirlik tanımının dayattığı kısıtlamalar tarafından engellenmiştir.139

  1. Hava Kirliliği ve Çocuk Hava kirliliği, her yıl beş yaşın altındaki yaklaşık 650.000 çocuğu öldüren hastalık ve enfeksiyonlarla doğrudan bağlantılıdır. Her yıl yaklaşık bir milyon çocuk zatürreden ölmektedir ve bu ölümlere sebep olan bu hastalığın yarısından fazlasına doğrudan hava kirliliği sebep olmaktadır. Buna göre hava kirliliği; zatürre, bronşit ve astım gibi solunum yolu rahatsızlıkları ile güçlü bir şekilde ilişkilidir. Ülkelerin sanayileşmesi ve kentleşmesi arttıkça enerji kullanımı da artmaktadır. Bu enerji kullanımı kömür ve karbon yakıtlarından oluşuyorsa hava kirliliği önemli ölçüde kötüleşmektedir. Çocuklar, özellikle hava kaynaklı kirleticilere karşı hassastır. Solunum yollarının iç kısmındaki hücre tabakası çocuklarda daha geçirgendir ve çocukların solunum yolları yetişkinlere göre daha küçüktür. Enfeksiyonların tıkanıklığa neden olma olasılığı daha yüksektir. Çocuklar ayrıca yetişkinlere kıyasla vücut ağırlığının birimi başına daha fazla hava soluyarak iki kat daha hızlı nefes alırlar. Hava kirliliği yüksek bir ortamda yaşayan çocukların akciğer kapasitesi, pasif olarak sigara dumanına maruz kalan çocuklarda olduğu gibi %20 oranında azalabilir (s. 37-38).140

2.3.9 Su Kirliliği

Su kaynakları, sadece insanlar için değil özünde tüm ekosistemler için hayati öneme sahiptir. İçme suyunun kirlenmesi insan sağlığını riske atmaktadır. Su; aynı zamanda tarım, imalat, enerji üretimi ve diğer çeşitli kullanımlar için de gereklidir. İklim değişikliği su mevcudiyetini azaltırken artan sıcaklıklar ve buharlaşma sonucu artan su talebine neden olabilir. Öte yandan, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan aşırı olaylar, yüzey akışını ve taşkınları artırarak su kalitesini de bozabilir. Bu nedenle değişen iklim ve onun olası etkileri, su kaynakları üzerinde daha fazla baskı oluşturmaktadır. Suda azot ve fosfor gibi yüksek konsantrasyonlarda besin bulunduğunda meydana gelen su ötrofikasyonudur. Besinler; tarım, atık su, yağmur suyu ve fosil yakıt yanması gibi farklı kaynaklardan gelir. Alg patlamaları, oksijensizleşme ve su toksisitesi gibi birçok soruna neden olabilir; sonuçta normal ekosistem işleyişini bozabilir.141

Dünyadaki nehir ve göllerdeki kirlilik seviyesi önemli ölçüde değişmektedir. Gelişmiş ülkelerin çoğunda suyun kalitesi, önemli ölçüde iyileşirken BM Çevre Programı’nın (UNEP) 2016 raporuna göre; Latin Amerika, Afrika ve Asya’daki nehirlerin çoğunda 1990’lardan bu yana su kirliliği kötüleşmiştir.142

2.3.10 Yaşam Süresinin Artması

Dünyanın çevre ve iklim açısından yaşadığı sağlık sorunlarının yanı sıra, Antroposen Çağında baskın türlerin sağlığına hızlı bir şekilde bakılması gerektiği belirtilmektedir. İnsanlar daha mı uzun yaşıyordu? İyi sağlıkları var mıydı? Peki ya çocuklar? Küresel olarak 2000 ile 2015 yılları arasında yaşam süresi beklentisinde genel olarak 5,9 yıllık küresel bir artış olmuştur. Ölüme neden olan belirtilerle ilgili yapılan çalışmalar bu önemli kazanımlara katkıda bulunmuştur. Dünya genelinde özellikle düşük ve orta gelirli ülkelerde, Birlemiş Milletler kuruluşlarıyla büyük sivil toplum kuruluşları tarafından yapılan çalışmalar neticesinde yaşam süreleri uzamıştır (s. 40-41).143

2.3.11 İlaçlama

İlaçlama; insanlar tarafından ürün verimliliği, böcek vektörünün artırılması, hastalıkların kontrol altında tutulması için kullanılan biyolojik kirleticilerdir. Pestisitlerin aşırı kullanımı, insanlar da dâhil olmak üzere organizmalar için ciddi yaşamsal tehlikelere neden olmaktadır. Aynı zamanda bu aşırı kullanım, biyolojik çeşitliliğin yok olmasına sebep olabilir. Birçok kuş, böcek, suda yaşayan organizmalar ve hayvanlar bu tehlikenin altındadır.144

2017’deki bir BM raporu, gıda üzerine yapmış olduğu çalışmada pestisit kullanımını ele almıştır. Rapor, pestisitlerin, yılda yaklaşık 200.000 akut zehirlenme ölümünün sorumlusu olduğunu ve bu vakaların %99’unun gelişmekte olan ülkelerde meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Bazı ülkelerde, pestisit zehirlenmelerinin bulaşıcı hastalıklardan kaynaklanan ölümlerin sayısını aştığı belirtilmiştir (s. 42-43).145

2.3.12 Biyoçeşitlilik

İklim değişikliği; biyolojik çeşitlilik, ekosistemler için yaygın ve büyüyen küresel bir tehdittir. Bu değişiklik; bireysel türleri, ekosistemlerin yapısını ve işlevini, doğal sistemlerin topluma sağladığı mal ve hizmetleri değiştiren diğer organizmalarla ve habitatlarıyla etkileşim biçimlerini etkilemektedir. Ekolojik tepkilerin yönünü ve büyüklüğünü anlamak, insan topluluklarının bu değişiklikleri daha iyi tahmin etmelerine ve gerektiğinde buna uyum sağlamalarına yardımcı olmaktadır.146

Bu gezegeni çok farklı canlılarla paylaşıyoruz. İnsanoğlu; çoğunlukla diğer canlıların yaşam alanlarını yok ederek, sularını kirleterek, endüstriyel atıklarla böcek ilaçları ve toksik kimyasallarla onları zehirleyerek ve dahası onları genellikle yok olma noktasına kadar avlayarak, öldürerek ve bunlara benzer birçok kötü eylemlerde bulunarak biyolojik çeşitliliğe zarar vermiştir. Bu durum devam etmektedir: Fillerin dişleri ve gergedanların boynuzları için öldürülmesi (s 43),147 başka canlılar üzerinden ticari faaliyetlerine devam eden hayvancılık sektörü uygulamaları da bu zararlara verilebilecek örneklerdendir.

2016 yılında yayınlanan bir raporda; primatlar, toynaklılar, yarasalar, keseliler, kemirgenler ve etoburlar dâhil olmak üzere 300’den fazla memeli türünün avlanma tehdidi altında olduğu tespit edilmiştir. Bu hayvanları avlamanın birincil nedeni, insanların tüketmesi için et elde etmektir. Aynı zamanda hayvanlar geleneksel tıp için deney aracı olarak kullanılmakta ve evcil hayvan ticareti içinde süs amaçlı kullanılan birer meta olarak görülmektedir. Küresel biyoçeşitliliğe yönelik tehditler, yalnızca değişen iklimden kaynaklanmamaktadır: Aslında çok daha yeni bir fenomen olan iklim değişikliği, en azından şu an için birçok türü yok olmaya iten diğer baskılardan daha az şiddetlidir. Bu tehditler şunları içerir (s. 43-44):148

  1. Habitat kaybı ve bozulması: Sürdürülebilir olmayan tarım, ağaç kesimi, yol yapımları, konutsal ve ticari gelişmeler, enerji üretimi ve madenciliğin neden olduğu tahribatlar; ani ve zararlı bir biçimde doğal habitatın parçalanması, bozulması ve tahrip edilmesi (balıklar için su yolları dâhil) etkisine sahiptir. Asya’daki palmiye yağı tarlaları ve Güney Amerika’daki sığır eti üretimi için ormanların temizlenmesi, bu bölgelerdeki biyolojik çeşitlilik üzerinde büyük bir etkiye sahip olmaya devam etmektedir.

  2. Aşırı sömürü: Sürdürülemez avcılık, balıkçılık, kaçak avlanma ve hasat, türleri geri dönüşü olmayan noktaya getirebilir. Dolaylı aşırı kullanım, hedef dışı türlerin kasıtsız olarak öldürülmesiyle meydana gelmektedir (örneğin, hedef dışı avlanma gibi).

  3. Kirlilik: Ağırlıklı olarak deniz ortamında bir tehdit oluşturur. Petrol sızıntıları, tarımsal atıklar ve okyanuslardaki büyük miktarlardaki plastik çöpler balıklar ve deniz memelileri üzerinde zararlı ve çoğu zaman ölümcül etkilere sahiptir. Pestisitler, arılar gibi temel tozlayıcı türler üzerinde ciddi bir etkiye sahiptir.

  4. İstilacı türler ve hastalıklar: İstilacı türler, yiyecek ve habitat için rekabet ederler. Hem yerli türleri avlayabilir hem de daha önce çevrede olmayan ve yerli popülasyonları yok eden hastalıkları getirebilirler.

Ancak iklim değişikliği, yukarıda açıklanan risklere hâlihazırda maruz kalmış çok sayıda tür için ortaya çıkan ve potansiyel tehdit olan varoluşsal bir tehlikedir. Artan sıcaklıklar; birçok türün menzillerini değiştirip iklimin daha uygun olduğu bölgelere taşınmasına neden olacaktır. Örneğin, kelebekler birçok ülkede kutuplara doğru hareket ediyor gibi görünüyor. Ancak birçok tür için bu tür bir adaptasyon mümkün olmayacaktır. Örneğin, Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayısı gibi kutup bölgelerinde yaşayan türlerin gidecek başka yerleri yoktur. Bu ikonik tür için gelecek çok kasvetli görünmektedir. Deniz seviyesindeki değişiklikler, alçak adalarda yaşayan veya alçak rakımlı kıyı bölgelerinde yaşayan türler için açık bir tehdit oluşturur. Sadece insan kaynaklı iklim değişikliğinin neden olduğu bir yok oluşun ilk örneği olarak; Büyük Bariyer Resifi’nin doğusundaki Torres Boğazı’ndaki küçük bir adada yaşayan Bramble Cay Melomys adlı küçük bir kemirgen, 2016 yılında adadan kayboldu. Melomys zaten son derece savunmasızdı: Avustralya memelileri arasında en izole ve kısıtlı menzile sahipti (s. 44).149

İklim değişikliğinin biyolojik çeşitlilik üzerindeki etkisini tahmin etmek için birkaç model geliştirilmiştir. Bu modellerden elde edilen sonuçlar, iklim değişikliğinin biyoçeşitlilik için bazı endişe verici sonuçlarını ortaya koymaktadır. Örneğin, gelecek yüzyılda birçok bitki ve hayvanın neslinin tükeneceğini, tropik yağmur ormanlarının büyük ölçekli olarak zarar göreceğini ön görmektedir (Willis ve Bhagwat, 2009).150

Paleontologlar; kitlesel yok oluşları, nispeten kısa bir jeolojik zaman diliminde türlerin çoğunluğunun kaybıyla karakterize edilen olaylar olarak tanımlamaktadır. Son 4-500 milyon yılda, beş kez kitlesel yok oluşlar meydana geldi. Biyoçeşitliliğin sürekli kaybı, türlerin popülasyonlarının azalması ve şu anda yirmi birinci yüzyılda devam etmekte olan türlerin fiili yok oluşlarının sayısı altıncı yok oluş olarak adlandırılmıştır. Geçmişte; yok oluşlar uzun jeolojik zaman dilimlerinde, genellikle milyonlarca yıl boyunca gerçekleşti. İçinde bulunduğumuz çağla ilgili şaşırtıcı olan şey, devam eden kademeli yok oluş sürecinin son derece kısa bir zaman diliminde gerçekleşiyor olmasıdır. Homo sapiens dışında, daha önce hiçbir tek tür gezegen üzerinde bu kadar yıkıcı bir etkiye sahip olmamıştı. Daha önceki yok oluşların tümü, gezegenin değişen ikliminden kaynaklandı. Aradaki fark, değişikliklerin o sırada mevcut olan türlerin üzerinde hiçbir kontrolü olmayan olaylardan kaynaklanmış olmasıdır. Büyük bir meteordan gelen büyük bir darbe, dinozorların saltanatını sona erdirdi. Gezegenin doğal uzun vadeli iklim değişkenliği, çok az hayvan ve bitkinin hayatta kalabileceği kadar şiddetli buzul çağları üretti (s. 45).151

2.4 İklim Yönetimini Amaca Uygun Hale Getirecek Önlemler

Demokratik yönetişimin iklim değişikliğinin acil sorununa dikkat çekmesini sağlamanın farklı yolları bulunmaktadır. Ponthieu; gençlik hareketleri, sivil toplum kuruluşları, çevre bilimcileri ve ekonomistlerin iklim değişikliğiyle ilgili söylemleri ve talepleri doğrultusunda 10 maddelik bir iklim acil planı hazırlamıştır. Bu başlığın temel çatısı, Ponthieu’nun “The Climate Crisis, Democracy and Governance Transition in Ten Steps: Action Points for Goverments” kitabından alınmıştır.

2.4.1 İklim krizi üzerine kararlar

Avrupa Birliği; Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi’nde, çevre ve iklim değişikliği konuları, tüm devlet ve sektör politikalarının bütünleştirilmesine dikkat çekmektedir (Türkeş ve Kılıç, 2004). Hükümetler; bilgilerini, hakemli ve tarafsız bilimsel yayınlardan almalıdırlar. BM sponsorluğundaki IPCC, sağlam bir şekilde yerleşmiş bir ciddiyet ve bağımsızlık itibarı geliştirmiştir. Hükümetler, kanıta dayalı stratejik planlarını en son IPCC raporlarına dayanarak geliştirmelidir (s. 62).152

Tüm siyasi yapıların iklim sorunlarını hafifletme ve uyum konularında özel eğitim alma yükümlülüğü, dünyadaki tüm kurumsal düzeylerde de üstlenilmelidir. Hükümetlerin ayrıca başka bir büyük zorluğa da çözüm sunması gerekmektedir. Toplumun büyük bir çoğunluğunun aynı iklim yanlısı yönde hareket etmesini sağlamanın yollarını bulmalıdır. Şirketlerin, bölgesel ve yerel yönetimlerin, çeşitli organizasyonların, finansal yatırımcıların ve genel kamuoyunun aynı yönde hareket etmeleri iklim sorunlarını hafifletmekte etkili olacaktır (s. 64).153 İklim politikaları kapsamında, iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarının azaltılması için gerekli finansal araçların ve teknolojilerin geliştirilmesi gerekmektedir. İklim politikalarına etkide bulunmaya çalışan, bu amaçla resmi ya da gayrı resmi bir girişimde bulunan birey ve grupların tamamı politika aktörü olarak tanımlanabilir (s. 6).154

Buna ek olarak, hükümetler sokaktan ve sosyal medyadan gelen talepleri hem dinleme hem de tahmin etme kapasitelerini geliştirmelidir (s. 62).155 Çalışmada, bunun için sosyal medya üzerindeki çevre ve iklim sorunlarını kamuoyunun nasıl algıladığına yönelik bir araştırma da yer almaktadır. Araştırmada, iklim aktörlerinin paylaşımlarına takipçileriyle nasıl etkileşime girdiği de araştırılmıştır.

Dünyada ve çevremizde; sanatçılar, takipçilerine çevre ve iklim konularına daha çok dikkat çekmek için farklı girişimlerde bulunmaktadırlar. Fransız sanatçılardan oluşan bir grup, hayranlarının iklim dostu uygulamaları benimsemeleri için The Freaks kolektifini yarattılar. Dünyanın en büyük pop gruplarından biri olan Coldplay; Aralık 2019’da çevreye ve iklime zarar vermemek için konserlerini durdurma kararı aldı (s. 68).156 Bu, sanatçıların hayranları ve tüm eğlence sektörü üzerindeki etkisinin olumlu bir örneğidir. Ülkemizde de “Doğa İçin Çal” serileri de yine sanatçıların hayranlarında çevre ve iklim konularında farkındalık oluşturma, onları eğitme noktasında güçlü mesajlar üretebilecek faaliyetlerdendir.

2.4.2 İklimin Korunmasını Toplumun Mutabakatlı Bir Eylemine Dönüştürmek

Hükümetler için Eylem Noktaları: İklim değişikliği sorunları üzerine düşünürken sistematik olarak azınlık hareketlerini çoğunluğa ve sonrasında sosyal ve ekonomik tutumlara ve eylemlere dönüştürülmesi gerektiğidir. Bu yeni anlatı da en büyük engel olarak umutsuzlukla savaşmak gerektiği vurgulanmaktadır. Bireylerde, iklim değişikliği konusunda çok az şey yapılabilir düşüncesi yer alabilmektedir. Ayrıca, alınacak önlemlerden genelde tüketme ve seyahat etme gibi temel hak ve özgürlüklerin azaltılması anlaşılmaktadır. Tüm toplumun olumlu bir iklim eylem planı içerisinde hareket etmesi, iklim açısından olumlu gelişmeler olarak görülebilir. İklim eylemine olumlu bir imaj kazandırma ve yayma görevinin hükümetlerin birincil sorumluluğu olduğu vurgulanmaktadır. İklim eylemini teşvik etmek için olumlu bir sonuç doğuracak gerçekçi hedeflerden oluşan bir anlatının çerçevelenmesi gerektiği vurgulanmaktadır (s. 66).157 Çalışmada, devlet ya da hükümet kanadında bu anlatıların oluşturulmasından sorumlu olan bakanlıklar ele alınmıştır. Daha iyi çevre ve iklim anlatılarının oluşturulması için bakanlıkların anlatıları, içerik analizi ve istatistiksel yöntemler kullanılarak irdelenmiştir.

Bilim, iklim değişikliği politikasının geliştirilmesinde kilit bir rol oynamaktadır. İklim krizine yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi yavaş olmasına rağmen bu kriz, dünya çapında birçok ülkede uluslararası ve yerel politika gündeminde sıkı bir şekilde yer almaktadır. İklim bilimciler, bu konunun politika gündemlerine alınmasına yardımcı olmaktadır. Çevre ve iklim bilimi çalışmalarının kirliliği azaltma ve uyum konusundaki politika eylemlerinin temelini oluşturması beklenmektedir. Bilimi sadece politikacılar kullanmamaktadır. Aynı zamanda kampanya yapanlar, endüstri ve sivil toplum iklim politikasını etkilemek için bilimi kullanmaktadırlar (s. 13).158

Sosyal medya; bu anlatıların yayılması için iklim aktörlerine, aktivistlere, bilim insanlarına ve akademisyenlere geniş olanaklar sağlar. İnternet fenomenleri de çevre ve iklim anlatılarına dâhil edilerek çok büyük kitlelere iklim mesajlarını iletebilir ve kişilerin çevre ve iklim için olumlu davranmaları için ilham verebilir.

2.4.3 Sivil Toplum ve Vatandaşlarla Ortaklık

STK’lar, faaliyetlerinde politika yapıcılarla danışma grupları olarak ortaklık kurarak, medya ve diğer kuruluşlar aracılığıyla kamuoyunu bilinçlendirerek, çevreyi koruyan programları hayata geçirerek kuruluşları ve toplumu duyarlı hale getirirler. STK’lar, çevre ve iklim politikaları için baskı uygulayabilir. Bu politikaların zaman içerisinde gerçekleşmesini, yasalaşmasını sağlama gücüne sahiptirler (s. 11).159

STK’lar, toplumsal katılımı sağlayarak demokratik bir toplum oluşturulmasına önemli katkılarda bulunur. Toplumu eğiten, bilinçlendiren, yönlendiren, onların taleplerini ilgili makamlara iletebilen organizasyonlar olarak STK’lar demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Toplumun kendisi doğrudan STK’lara dâhil olabildiğinden kendi problemlerini, eksiklerini, ihtiyaçlarını hızlı ve iyi bir şekilde ifade edebilmekte ve çözüm yolları bulabilmektedir (s. 858).160

STK’ların politikalar geliştirme ve uygulama görevine atfen, iklim değişikliği eylemi için toplumdaki tüm güçler harekete geçmelidir: bireyler, kamu yetkilileri, büyük ve küçük şirketler, çiftlikler, yerel topluluklar, sivil toplum kuruluşları ve dini kuruluşlar, hepsinin ortak bir amacı paylaşması gerekmektedir (s. 69).161 İklim krizinin çözümü için farklı sektörlerden tüm kurum ve kuruluşların, çözüme yönelik amacı içselleştirmesi ve gerekli sorumlulukları alması gerekmektedir.

2.4.4 Uzun Vadeli Bir Vizyonu Uygulamak İçin Kapasite Geliştirme

Sıcaklık hedefine ulaşmak ve küresel sera gazı emisyonlarını sıfıra indirmeye yönelik tüm aktörlerin içinde yer aldığı uzun vadeli bir eylem planı gerekmektedir. UNFCCC’nin kurulmasıyla birlikte, dünyanın dört bir yanındaki devletler iklim değişikliğini azaltmaya yönelik uzun vadeli hedefler belirlediler. Yapılan uluslararası çevre ve iklim anlaşmalarında, hedeflere ulaşabilmek için siyasi döngüleri aşan ve belirli çıkarların ötesine geçen bir vizyonla uzun vadeli bir stratejinin oluşturulması gerektiği vurgulanmaktadır (s. 75-76).162

Avrupa Birliği’nin kendi yönetmeliğinde, iklim değişikliğine ilişkin aldığı eylem planlarında da sera gazı salınımlarının azaltılması için uzun vadeli eylem planları oluşturulmaktadır. Örnekler arasında, CO2 salınımlarının ticaretine ilişkin bir planın oluşturulması, enerji sektörüyle ilgili devlet yardımlarının bir envanter ve gözden geçirme çalışmasının yapılması, yenilenebilir enerji kaynaklarının desteklenmesi, binaların ısıtılması ve soğutulmasında enerji tasarruflarının arttırılması, sanayi sektörüyle enerji verimliliği ve belli salınımları azaltma üzerine çevre anlaşmaları, havacılıktan kaynaklanan sera gazı salınımlarını azaltmaya yönelik tedbirlerin alınması ve araştırma ve teknolojik geliştirme işbirliğinin yapılması gibi Avrupa Birliği’nin uzun bir yol haritası bulunmaktadır (s. 6-7).163

2.4.5 Uzun Vadeli Vizyonu Desteklemek İçin Entegre ve Bütünsel Yaklaşımlar

İklim değişikliğiyle mücadele, sosyal ve ekonomik fırsatları yeniden dengeleyerek ve eşitsizliği azaltarak yürütülebilir. Liberal demokrasilerin karşılaştığı zorluklar sayısızdır ve iç içe geçmiştir. Bu zorluklar arasında, halk sağlığı krizlerinin riskleri, artan eşitsizlikler, ekonomik bozulma, biyolojik çeşitliliğin kaybı, doğal kaynakların kıtlığı, siber suçluluk ve iklim krizi gibi birçok sorun yer almaktadır. Genel bir stratejinin parçası olarak, çevresel, sosyal, ekonomik sorunları sinerjik önlemlerle belirleme ve önceliklendirme için sistematik ve bütünsel bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. İç içe geçen zorluklar nedeniyle, hükümetlerin politika tutarsızlıkları ortaya çıkabilmektedir. Bunun kanıtı olarak, iklim krizi konusunda en ciddi çalışmaları yapan ülkelerin dahi ölçüsüz tüketiciliği, ulusal endüstriyel kirleticilikleri ya da eşit olmayan ekonomik liberalizmi desteklemeye devam etmesidir. Gerçekten, ekonomik, sosyal ve çevresel politikalar arasında gerçek bir eşitlik gereklidir. Bunların hiçbiri devletler tarafından tasavvur bile edilmemektedir (s. 78).164 Pollin ise, sıfır emisyonlu küresel ekonomi oluşturmak için bütünleşik bir çerçevede sanayi ve mali politikaların birlikte ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Önerilen sanayi politikaları, mevcut temiz enerji teknolojilerine uyumlu olarak teknolojik yenilikleri teşvik etmelidir. Bunları yaparken, her bir ülkenin politikası içerisinde o ülkenin kendi özgül koşuluna uygun halde uygulanmasını önermektedir (s. 126).165

İklim değişikliği eylemlerinin tüm sektörel etkileri göz önünde bulundurularak ve politika kombinasyonları gözden geçirilerek, yeni yolların denenmesi gerekmektedir. Devletler, mevcut sanayi stratejisi, ticaret politikası, rekabet politikası, yenilikçilik politikası, işgücü politikası ve mali düzenlemesi içinde yer alan iklim politikalarına uygun bir geçiş için engelleri belirlemeli ve bu konuda reformlar yapmalıdır. Tüm politika alanları, iklim değişikliği politikalarına uygun bir ekonomi hedefine ulaşmak için uyumlu hale getirilmelidir. İnsanların refahı üzerindeki olumsuz etkilerden kaçınırken, ekonomik, sosyal ve çevresel hedefler dengeli bir şekilde ele alınmalıdır. İklim değişikliğine uygun politika değişiklikleri yapılırken, bu geçişin birçok çıkarı etkileyeceği ortadadır. En yoksullara ve politika değişikliğine en fazla maruz kalanlara kalkınma fırsatları veya en azından finansal tazminat sunulmalıdır. Geçişin birçok çıkar grubunu etkileyeceği düşünüldüğünde, hükümetlerin, belirli politikaları yan etkilerini göz önünde bulunduran, bütünleşik ve kapsayıcı politika yaklaşımlarını en optimize bir şekilde ele alması gerekmektedir (s. 79).166

Ülkeler arasındaki ve kendi içlerindeki eşitsizlik, iklim değişikliğinin itici gücü olmuştur ve bu eşitsizlik sürekli büyümektedir. Örneğin, İngiliz sanayi devrimi, bu devrimi gerçekleştiren ülkelerle dünyanın geri kalanı arasında büyük bir servet farklılığına yol açtı. Bu da sera gazı emisyonlarını hızlandırdı. Son iki yüzyıl ve daha fazla süredir, ekonomik ilerleme, iklim değişikliğini hem besleme hem de hızlandırma yeteneği ile tanımlanmaktadır (s. 159).167 Bu nedenle, sürdürülebilir bir dünya için iklim yanlısı toplumlar inşa edilmelidir. Bu vizyon, sektör politikalarından çok daha önemli olmalıdır ve geniş iş birlikleriyle desteklenmeli, ülkeler arasındaki gelişmişlik düzeyinin el alt seviyeye çekilmesi gerekmektedir.

2.4.6 İş Dünyasını Harekete Geçirme

Hükümetler, entegre, bütünleşik yaklaşımların tek destekleyicisi olamazlar. İdeal, uyumlu bir toplumda, kamu, özel tüm kuruluşların planları ve stratejik yaklaşımları, karbondan arındırılmış bir toplum vizyonuyla uyumlu hale getirmek zorundadırlar. Tüm kuruluşlar ve bireyler, toplumsal sorumluluğun savunucuları olarak görülmeli ve ortak iyiliği önemsemek zorundadırlar. Kamuoyu, özel sektörü iklim değişikliğinin ana suçlularından biri olarak görme eğilimindedir, ancak özel sektörün iklim ayak izini azaltmak için sürdürdüğü çabaları ve yıllarca süren karbonsuzlaştırma sürecinde oynayabileceği önemli rol de dikkate alınmalıdır. İmalat ve enerji üretim sektörlerinin tarihsel sorumluluğu tartışılmaz olsa da hem özel sektörün yaptığı çalışmalar hem de daha geniş bir perspektifte oynayabileceği rol daha dengeli bir vizyonla değerlendirilmelidir (Ponthieu, 2020: 82).

İklim değişikliğinin insan kaynaklı nedenlerine dikkat çeken kanıtlarının ışığında, iş dünyası, gezegenin daha fazla gündeme getirilmesi için baskı altına girmiştir. Kurumsal sosyal sorumluluğun yükselişi, bu taleplere bir yanıt olarak görülebilir (Jaworska, 2018: 195). Paris Anlaşması’nın yerine getirilmesi, şirketler tarafından ek düzenlenmiş ve gönüllü emisyon azaltımlarını gerektirmektedir. Özel sektörün daha fazla katkısını teşvik etmek için özellikle döngüsel ekonomi ve paylaşım ekonomisi gibi yeni, sürdürülebilir ekonomik modellere geçilmesi sağlanmalıdır. İklim dostu teknoloji ve çalışma ortamlarının oluşturulması teşvik edilmelidir. Mevzuatlar, şirketlerin kendi iç stratejilerini “Kurumsal Sosyal Sorumluluk”, “Sorumlu İş Davranışı”, “Çevresel, Sosyal ve Yönetişim” ilkeleriyle uyumlu hale getirmeye yönelik yapısal çabalarını yoğunlaştırmaya yardımcı olmalıdır (s. 83).168 Kurumsal sosyal sorumluluk üzerine yapılan bir çalışma, kuruluşların bulunduğu bölgelerde yaşayanların iklim krizi algısına duyarlı olduğu yerlerde, kurumsal sosyal sorumluluk faaliyetlerine daha fazla önem verdiklerini ve bu iki değişken arasında pozitif bir korelasyon olduğunu ortaya koymuştur.169

2.4.7 İklim Politikasına Geçişin Finansmanı

Hükümetlerin, savaş ya da mali kriz dönemlerinde görülenden daha büyük ölçekte finansmanı seferber etmeleri gerekmektedir. İklim açısından, 30 yıl içerisinde nötr bir ekonomiye ulaşmak; enerji sistemlerimizi, ulaşım altyapılarımızı ve üretim süreçlerimizi yenilemek için büyük yarımların yapılması anlamına gelmektedir. Bu yatırımın önemli bir kısmı, daha yüksek verimlilik, daha düşük işletme maliyetleri ve kârlı özel yatırım için daha büyük fırsatlar anlamına geleceği inşaat sektörünü hedeflemek durumundadır. Hem iklim değişikliğinin azaltılması hem de iklim değişikliğinden kaynaklanan risklerin azaltılması için uzun vadeli, düşük maliyetli finansmana ihtiyaç duyulmaktadır. Avrupa devletlerinin dahi bu alanda sicili pek iyi değildir. Gelecek nesillerin, bu kaynakların, önceki hataları düzeltmek için gerekli olacak paranın ödenmesinden sorumlu olacağı gerçeğinden kaçınılamaz. Ancak bu, nesiller arası adalet gibi çok önemli bir konuyu gündeme getirmektedir. Birçok zengin ülkede 65 yaş üstü kişilerin serveti genç nesillere göre daha yüksek bir oranda artmaktadır. Buna rağmen, kısmen yaşlı insanlar daha sık oy kullanma eğiliminde olduklarından, mevzuat yapılırken nesiller arası eşitlik nadiren dikkate alınmaktadır. Günümüz politikacıları, hem gelecekteki iklim değişikliğini azaltmak için mevcut bütçelerin makul bir kısmını harcamak hem de sorundan büyük ölçüde asıl sorumlu olanların maliyetin orantılı bir kısmını ödemesini sağlamak için gerekli siyasi iradeden yoksundurlar (s. 90).170 Avrupa’nın iklim bankası olan Avrupa Yarım Bankası’nın bu zorluğun üstesinden gelmede öncü rolü üstleneceği düşünülmektedir.

Gelişmiş ülkelerin, yerkürenin geri kalanındaki insanlara tarihsel bir yükümlülüğü olduğu vurgulanmaktadır. ABD, Kanada, Japonya, Avustralya ve AB ülkeleri çevresel bir felaket ortaya çıkarmışlardır. Bu felakette herkesin eşit derecede payı bulunmamaktadır. Çünkü 1988’den bu yana, küresel karbon emisyonunun yüzde 71’ini 100 fosil yakıt şirketi gerçekleştirdi ve tarihsel emisyonların yüzde 52’sinden bu şirketlerin sorumlu olduğu belirtilmektedir (s. 13).171 Bu tarihsel perspektiften günümüze gelindiğinde, tüm ülkelerdeki ve bölgelerdeki yüksek gelirli insanlar, günümüzde diğer herkesten çok daha fazla karbon ayak izlerine sahiptir. Oxfam araştırmasında, küresel nüfusun en zengin yüzde 10’luk dilimi içinde yer alan birinin ortalama karbon izi, en yoksul yüzde 10’luk dilim içinde yer alan birinin karbon ayak izinden altmış kat daha fazladır (s. 138).172 Bu nedenle iklim finansmanından bu şirketler ve varlıklı kişiler büyük oranda sorumludur. Avrupa Birliği; sürdürülebilir büyümenin finansmanına ilişkin eylem planının bir parçası olarak kurumsal yatırımcıların çevresel, sosyal ve yönetişim risk süreçlerine nasıl entegre ettiğine dair bir mevzuat belirlemiştir. Sürdürülebilir kalkınma hedefini benimseyen şirketlere finansman sağlamakta ve yeşil ekonomiyi teşvik etmektedir. Büyük yatırım fonları ve bankalar yavaş yavaş fosil yakıtlara yatırım yapmamakta ve uzun vadeli sürdürülebilirliğe yatırım yapmaktadır (Ponthieu, 2020: 92). Yeni merkezi olmayan çok merkezli yapılar, iklim finansmanının iklim değişikliği yönetişimini doğrudan uygulayan devlet içi ve devlet dışı aktörlere daha etkili bir şekilde ulaşmasını sağlamaktadır. İklim finansmanının piyasaya dayalı karma finans biçimlerine genişletilmesi ve borç temelli finansman, gücü piyasa aktörlerine kaydıran neoliberal bir mantığı ifade etmektedir. Bunun da iklim finansmanının etkinliğini bozacağı ileri sürülmektedir.173

2.4.8 Yerel Düzeyde Etkin Davranmak

İklim krizi, tüm ülkeleri etkileyen küresel bir tehlikedir. Bu nedenle, uluslararası siyasi süreç UNFCCC’nin COP zirveleri aracılığıyla yavaş ve kademeli olarak ilerlemektedir. Uyumlu, entegre önlemlerin geliştirilmesi, küresel iklim eyleminin genel verimliliğini artırmada yetersiz kalabilmektedir. Ayrıca, uluslararası toplumun iş birliğine dayalı girişimler yürütme kabiliyetini korumak için uluslararası toplumun barışı ve çok taraflılığı teşvik etme ve ticari anlaşmazlıkları en aza indirme çabaları vurgulanmalıdır. Bununla birlikte, iklim eylemlerini yerel düzeyde operasyonel hale getirmek için eşit derecede bir gerekçe bulunmaktadır (Ponthieu, 2020: 94). İnsanların temel gereksinimlerinin karşılanması için dayanıklı ürünlerin tüketimi ve yerel üretim teşvik edilmeli, yerel olarak üretilebilen ürünlerin nakliyesinden kaçınılmalıdır (s. 64).174

Paris Anlaşması, hükümet iklim eylemini devlet dışı ve yerel idari eylemlerle, yani işletmeler, sivil toplum kuruluşları, topluluklar, şehirler ve bölgeler tarafından tamamlamanın gerekli olduğunu düşünmektedir. Ulusal iklim planlarının bölgesel ve şehir seviyelerinde olması gerekmektedir. Yerel iklim hedefleriyle çeşitlendirilmiş koruma planları, söz konusu bölgenin belirli varlıkları ve zayıflıkları temelinde geliştirilmelidir. Yerel topluluklar tarafından yüksek düzeyde katılım ve sahiplenmenin olduğu yerlerde, iklim krizi politika önlemleri daha fazla kabul görmektedir. Tersine, politikalar dışarıdan dayatıldığında, yerel sorunları tasarlamada eksik kalabilmekte ve harici aktörler tarafından sahiplenildiği durumlarda yerel direnç seviyeleri önemli bir sorun haline gelebilmektedir. Bu gibi durumlarda, kültürel hassasiyetler önerilen politikaların kendi yerel ortamlarında kabul edilmelerini önemli ölçüde koşullandırmaktadır (s. 95- 96).175

İklim uyum politikaları, yerel yönetimler tarafından BM süreci kapsamında, yerel güçlü yönler ve eksiklikler temelinde yapılandırılan bir dizi bölgesel süreçle tamamlanmalıdır. Sadece yerel değil, tüm yönetim düzeylerinin taban düzeyinde iklim uyum stratejilerinin geliştirilmesini teşvik etme sorumluluğu bulunmaktadır. Bu yerel planlar, vatandaşlar, sivil toplum ve özel şirketlerin katkılarıyla uzun vadeli ve entegre bir vizyon sunmalı ve ulusal planlarla aynı standartları karşılamalıdır. AB’de, ulusal ve yerel planlar Belediye Başkanları Sözleşmesi kapsamında, tüm yönetişim düzeylerinin aynı yöne çekilmesi ve yapılan eylemlerin birbirini desteklemesi için uyumlu hale getirilmesine yönelik uygulamalar yapılmaktadır (s. 96).176

2.4.9 Ekonomik Politikalarda Reformun Önünü Açmak

Ülkelerin en üst politika hedefleri olan günümüz ekonomik büyüme modeli artık yetersiz kalmaktadır. Bu model, geçmişte gelişmiş ülkelerdeki insanlara büyük faydalar sağlamıştır. Gelir ve servet eşitsizliklerindeki artış, sürdürülemez borç seviyeleri, finansal ve ekonomik istikrarsızlık, sosyal güvenlik ağı gibi sorunlara yol açmaktadır. Başta sosyal ve çevresel nitelikte olmak üzere çok sayıda zorlukla karşı karşıya kalan GSYH’ye dayalı baskın ekonomik model, ihtiyaç duyulduğunda kendini uyarlama ve pratik çözümler getirme kapasitesini kaybetmiştir.

GSYH’ye dayalı günümüzün baskın ekonomik modeline bir alternatif bulmak, uluslararası toplum tarafından sorulacak diğer bir büyük soru olmalıdır. Pek çok yeşil aktivist, çevre hareketinin güvenilir olması için anti-kapitalist olması gerektiğini belirtmektedir. Bu aktivistlere göre, gerekli dönüşümün boyutu, kapitalizm çerçevesinde dayanan politikaların rafa kaldırılmasını gerektirecek kadar büyüktür. Son yüzyılda tekrarlanan 1976’daki Seveso, 1984’teki Bhopal, 1989’daki Exxon Valdez petrol sızıntısı, 2011’deki Fukushima v.b. felaketler, kapitalizmin çevre sorununu dikkate alma konusundaki temel yetersizliğini göstermiştir. Diğer taraftan, merkezi olarak planlanmış ekonomilerin benzer başarısızlıklarına bir örnek de Çernobil felaketidir (s. 99).177 Eden de kitabında, dünyanın ve kaynaklarının küreselleşmiş modern toplumun tüketim ve üretim ihtiyaçlarını kaldıramayacağını, ikim krizinin sistemsel bir kriz olduğunu belirtmektedir (s. 68).178

Kapitalizm için tek değer metaların değişim değeridir; tek ahlak, piyasanın ahlakıdır. Bu sistem, bir salgın hastalık ortaya çıktığında, ilaç ve sağlık hizmetleri sektörleri için yepyeni bir pazar görür; bir petrol sızıntısı ortaya çıktığında hem petrol tesisinin tamirini hem de bu kirliliğin temizlenmesinde yeni yatırım imkânları görür. İklim krizine sistem için çözümler üretenler, karbon ticareti vb. kavramlar üzerinden kapitalizm görebileceği bir düzleme taşımayı önerdikleri ifade edilmektedir (s. 50-51).179

Bireyler günümüzün ana ekonomik modelinin verimsizliği ve zayıflıkları konusunda giderek daha fazla bilgilenmektedir. Farkındalıklar hızla gelişmektedir. Ekonomik modellerde derinlemesine bir reform için giderek artan yüksek sesle yapılan bir çağrı bulunmaktadır. Sivil baskı, yeni bir ekonomik model talebini iklim politikalarını karşılamanın temel önlemlerinden biri haline getirmelidir. Bununla birlikte, günümüz sisteminin işlevsizliği konusunda göreceli bir fikir birliği bulunmasına rağmen, problemin çözümüne ilişkin neredeyse hiçbir fikir birliği bulunmamaktadır (s. 99).180 Bu fikir birliği eksikliğinin nedenlerinden bir tanesi, “küçük” kavramının farklı şekilde anlaşılmasıdır. Küçülme kavramı daha erken kökenlere sahip olmasına rağmen, 1972’de Roma Kulübü’nün “Büyümenin Sınırları” adlı raporunun yayımlanmasıyla kamusal alana girmiştir. 92 Meadow Raporu başlı başına bir küçülme raporu değildir; daha ziyade, sıfır büyümeyi önermektedir. Aşırı tüketimi ve zararlı uzun vadeli çevresel ve sosyal etkilerini önlemek için üretimin ve tüketimin küçültülmesiyle ilişkilendirilmiştir. Daha az üretmek ve tüketmek, tamamen çevresel bir bakış açısıyla haklı gösterilebilir olmasına rağmen, fabrikaların kapanmasına, işsizliğin yayılmasına, kamusal para açıklarına, sosyal yardımların keskin bir şekilde azalmasına neden olabilir. Covid krizi, sürekli büyüyen GSYH üzerine kurulu bir ekonomik sistemin savunmasızlığını çarpıcı bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Covid krizinin potansiyel bir olumlu sonucu, alternatif ekonomik modellerin daha fazla araştırılmasını teşvik etmesi olabilir, bunlar küçülme çeşitlerini de içerir (s. 99-100).181 Biyoçeşitlilik ve doğaya nakdi değer biçme gayreti, karar alıcılara, iş dünyasına çevreci mesajları iletmenin bir aracı olarak kullanıldı. Doğanın finansallaştırılma argümanı, doğa korumanın eş zamanlı olarak bankacılığa ve finansal kavramlara uyarlanmasını sağladı. Bu kavramlardan bir tanesi de “doğal sermaye” (NC: Natural Capital) kavramıdır (s. 80).182

2.4.10 Sürdürülebilir Tüketimi Yaygın ve Popüler Hale Getirmek

Sürdürülebilir tüketim, makroekonomi reformuna benzer şekilde, sürdürülebilir tüketimi teşvik etmek için hükümetlerden özel destek ve uygulama gerektiren, karmaşık ve politik duyarlılık temeline dayalı bir politika olabilir. Her ikisinin de iklim yönetimiyle entegrasyona ihtiyacı vardır. Avrupa toplumları, çevresel ve sosyal açıdan bilinçli hale gelmektedir. Bu büyüyen azınlık, kendi değerlerini ve yaşam tarzlarını daha iyi yansıtan yeni tüketim yollarını deneyimlemektedir. Teknoloji ve teknik standartlar, pazarın işleyişini büyük ölçüde etkilemektedir. İnsanların ve kuruluşların tüketimi, iki faktör tarafından oluşturulan piyasaya bağlıdır: tüketici davranışlarındaki eğilimler ve çeşitli politika alanlarındaki düzenleyiciler. Temelde, kentsel ve halen azınlıkta olan sürdürülebilir tüketim hareketini sağlamak için hükümetlerin, özel sektörün ve sivil toplum kuruluşlarının bu ürünleri ve hizmetleri geliştirmek için katılımları gereklidir. Sürdürülebilir olmayan tüketim, büyük ölçüde, piyasa ve tedarik zinciri boyunca, çevre ve çalışma koşulları üzerinde yıkıcı etkileri olan maliyetleri aşağı çekme eğiliminden kaynaklanmaktadır. Örneğin, gıda, geçim maliyetinden çok daha az kazanan çiftçiler tarafından üretilmekte ve sadece bir meta olarak görülmektedir; sanki gıdanın kültürel ve toplumsal değeri yokmuş gibi. Bu zararlı eğilimden uzaklaşmak için ekonomik modellerimizde ciddi bir değişiklik gerekmektedir. Üreticiler, perakendeciler, distribütörler, sürdürülebilir tüketim sorumluluğundan muaf gibi gösterilerek sadece bu sorumluluğu tüketicilere yüklemek doğru değildir. Özellikle büyük perakendecilerin, satın alımı artıran ancak genel olarak sürdürülebilirliğe zarar veren, düşük ücret, aşırı üretim, daha düşük çevresel standart unsurlar bulunmaktadır (s. 106).183

Yeşil bir ekonomi modeli inşa etmek, enerji verimliliği standartlarını önemli ölçüde artırmayı ve aynı zamanda yenilenebilir enerji tedarikini genişletmeye yönelik yeni yatırımları gerektirir. Bunun için de finansman gerekmektedir. Yeşil bir ekonomi inşa etme üzerinden ne kadar iş fırsatları yaratılacağı ve buna bağlı olarak fosil yakıta dayalı iş kollarının daralması ve sonlandırılması sonucunda ne kadar iş kaybı yaşanacağı gibi sorular bulunmaktadır (s. 141).184

Avrupa Birliği sürdürülebilir üretimi ve tüketimi teşvik etmek için ortaya koyduğu mevzuatların en eksiksizlerinden biri olsa da iklim dostu olmayan ürün ve hizmetlerin tüketimi konusunda önünde bir görev daha bulunmaktadır. Herkesin sürdürülebilirlik bilincine sahip olması yanıltıcı olacaktır. Bu nedenle, aşırı tüketimi azaltmak için karar vericilerin cezalandırıcı önlemler alması gerektiği anlaşılmalıdır. Kısıtlayıcı sınırlar konulmalı ve kararlı bir şekilde uygulanmalıdır. Sürdürülebilir teşviklerle tüketimin önüne geçilmeye çalışılmalıdır (s. 106-107).185

Uluslararası iş birlikleri ve iklim değişikliğine yapılan kaynakların BM tarafından desteklenen ve yatırım yapılan doğa bilimlerine kıyasla, sosyal bilimlerdeki gelişmeler nispeten yetersiz ve eksik kaynaklara sahip olmuştur. İklim acil durumunun siyasi karakteri göz önüne alındığında, çoğu zaman, çatışan toplumsal çıkarlar arasında, küresel koordinasyonun sağlanamaması, bu açık zorluğun üstesinden gelmek için büyük bir engeldir (s. 16).186 Sürdürülebilir tüketimi yaygın hale getirmek için sosyal bilimler alanına daha çok kaynak ayrılmalıdır. Çevre ve iklime yönelik, insan doğasına uygun bir şekilde bütünleşmiş araştırmaların yapılabilmesi için üniversitelerin bu konuya öncelik vermesi, disiplinler arası çalışmaların yürütülmesi ve uluslararası iş birlikleri yapılarak bilgi ve teknoloji paylaşımının, rekabetçi bakış açısından ziyade yardımlaşma, birlikte hareket etme kültürlerinin oluşturulması gerekmektedir.

2.5 İklim Krizi ve Eşitsizlik

  1. yüzyılda, eşitsizlik sorunu evrensel boyutta önemli bir sosyal ve politik sorundur. Kişi başına gayri safi milli geliri $12.615’ten fazla olanlar dünya nüfusunun %16’sını, $4.086 ile $12.615 arasında olan üst-orta gelirli ülkeler ise dünya nüfusunun %35’ini oluşturmaktadır. Yüksek gelirli ülkeler, küresel karbondioksit emisyonlarının %38’ini, orta-üst gelirli ülkeler küresel karbondioksit emisyonlarının %48’ini üretmektedir. Düşük-orta gelirli ve düşük gelirli ülkelerde yaşayanlar dünya nüfusunun %49’unu oluşturmakta ve küresel karbondioksidin sadece %14’ünden sorumludurlar (Byrne, 2021: 1). İklim değişikliğinin bedelini kim ödüyor ve iklim krizi yoğunlaştıkça bu bedeli gittikçe artan bir biçimde kim ödeyecek? Massachusetts Üniversitesi’nden Jim Boyce (s. 7)187 bu soru üzerine araştırmasında şöyle demektedir:

“Zengin ülkeler yoksul ülkelerden daha fazla fosil yakıt yakarak daha fazla karbon dioksit emisyonu yaratıyorlar. Ayrıca, daha fazla ürün ve hizmet tüketmeleri nedeniyle daha zengin insanlar fosil yakıt ekonomisinden daha fazla fayda sağlıyorlar. Ancak, küresel ısınmanın en büyük bedelini yoksul ülkeler ve yoksul insanlar ödüyor. Onların klimalara, deniz duvarlarına ve diğer uyarlanma yöntemlerine yatırım yapmaları daha az mümkün. Sınıra daha yakın yaşıyorlar… ve iklim modellerine göre küresel ısınmanın en sert darbesini alacak olan bölgeler (Sahra-altı Afrika’nın kuraklığa yatkın bölgeleri ve tayfun karşısında savunmasız Güven ve Güney Doğu Asya dahi olmak üzere) dünyanın en yoksul insanlarının bir kısmının yaşadıkları bölgelerdir.”

Tüketim, karbondioksit (CO2) salınımını tetikleyen iklim değişikliğinin ana etmenlerinden biridir. Kişisel tüketimden daha çok, çelik, çimento, kimyasallar, enerji üretimi, malların taşınması ve tarım gibi üretim süreçlerinde çok fazla CO2 ortaya çıkmaktadır. Tüm bu süreçler sonunda da bu mallar tüketiciler tarafından tüketilir. Yüksek gelirli ülkeler karbondioksit salınımının %46’sından, yüksek orta gelirli ülkeler ise %41’inden sorumludur. Eşitsizlik ve iklim krizi arasında doğal bir bağlantı vardır. İklim kriziyle ilgili bu eşitsizlik problemlerinin çözülmesi adına ülkeler arası yönetişimin geliştirilmesine yönelik politikalar geliştirilmelidir. Bunu yapmak kolay olmayacaktır. Çünkü hem ekonomik anlamda büyümeyi, yaşam standardını yükselmeyi hedefleyen hem de göreceli olarak eşitsizliği azaltmak için temel alınan mevcut ekonomik model iklim kriziyle yüzleşmekle bağdaşmamaktadır (s. 2).188 Ülkeler arasındaki ve kendi içlerindeki eşitsizliklerin sürekli büyüyor olması iklim değişikliğinin itici gücü olmuştur. Bu durum artan bir şekilde devam etmektedir. İngiliz sanayi devrimi, bu ilerlemeyi gerçekleştiren ülkelerle dünyanın geri kalanı arasında büyük bir servet farklılığına yol açmıştır. Bu durum sera gazı emisyonlarının hızlanmasına da yol açtı. Son iki yüzyıl ve daha fazla süre, ekonomik ilerleme, iklim değişikliğini hem besleme hem de hızlandırma yeteneğiyle tanımlanmıştır. Ayrıca, endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışı, ülkeler içinde yeni tür servet eşitsizlikleriyle sonuçlanmıştır. Anonim şirketlerin ve hisse senedi piyasalarının yükselişi, üst düzey piyasa tüccarları, bankacılar, yöneticiler veya orta sınıf profesyoneller ile vasıflı, vasıfsız ve güvencesiz çalışanlar arasındaki ücret eşitsizliğiyle birlikte, benzeri görülmemiş ve kalıcı sosyal eşitsizliklerle sonuçlandı. Dünya çapında birçok toplumda eşitsizlikler, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen önceki dönemle karşılaştırıldığında bile, modern dünyada tüm zamanların en yüksek seviyesindedir (s. 159).189

Bazı çalışmalar zenginlerin tüketim alışkanlıkları üzerinde odaklanmaktadır. Mal ve hizmetlerin gelir ve fiyat hiyerarşisiyle bağlantılı olarak, zenginlik ve tüketim eşitsizliğini birbirine bağlamaktadır. Harvey kitabında, çok önemli bir konu olan fakat çoğu zaman göz ardı edilen ulusal servet eşitsizliklerine de dikkat çekmektedir. Ulusal servet eşitsizliklerinin iklim değişikliğine eşit olmayan katkılarla nasıl bağlantılı olduğunu incelemiştir. Ülkelerin politik ekonomileriyle ilgili olarak, ister kendi ulusal topraklarında, isterse fetih veya ticaret yoluyla elde edilmiş olsun, çeşitli kaynak ortamlarıyla konumlandırılmıştır. Bu boyut, kaynak ortamları bakımından farklı toplumlar arasındaki eşitsizliklerle ilgilidir. Bu kaynaklar; fosil enerji, mineraller, güneş, yağmur ve verimli toprakların varlığı veya yokluğuyla ilgilidir. Bu çevresel kaynak eşitsizlikleri, ulusal ekonomik büyümenin farklı yörüngeleriyle ve dolayısıyla iklim değişikliğine neden olan farklı alanlarla yakından ilişkili olduğu vurgulanmaktadır (s. 160-161).190 Ekolojik felaket, ayrıcalıklı yaşam tarzının aşırı tüketimiyle ayrılmaz bir şekilde ilişkilidir. En varlıklı ülkeler, tarihsel sera gazı emisyonlarından çoğunlukla sorumludur ve kişi başına düşen emisyonları genellikle en yüksektir (s. 8).191

2019’da dünya bilim adamlarının iklim acil durumuyla ilgili ikinci uyarısında, dünyanın en çok sera üreten uluslarının bir tablosunu çıkarılmıştır. Doğa bilimcilerinin bakış açısıyla, en çok CO2 eşdeğeri üreten ve en az üreten ilk 26 ülke sıralanmıştır. Listenin başında Çin, ardından Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği (bir bütün olarak ele alındığında), Hindistan, Rusya ve Japonya gelmektedir. Avustralya en büyük emisyon salan ülke olarak 15. sırada ve Singapur 21. sırada yer almaktadır. Çin, Amerika Birleşik Devletleri’nin neredeyse iki katı ve Avrupa Birliği’nin tamamından 2,7 kat daha fazla CO2 üretmektedir. Verileri bu şekilde sunmak, gezegen iklim acil durumu açısından Çin’in en büyük sorun olduğu ve etki açısından da bakıldığında durumun açıkça böyle olduğu belirtilmektedir.192

“Sociogenesis” (Sosyogenez) kavramı, Karl Polany tarafından ekonomik sosyoloji yaklaşımından ortaya atılmıştır. Bu kavram, piyasaların düzensiz egemenliğinin devam etmesine izin verilirse, çevrenin sürdürülebilirliğini ve insan sağlığını tehdit edeceğini savunur. Piyasa mantığı, insanları ve doğal kaynakları metalara indirgeyerek, sadece piyasa karlılığının hüküm sürdüğü, toprağı ve doğayı yok edecek, emeğin çocukluktan başlayarak ölüme kadar sınırsız sömürüsüne yol açabilecek bir yapıda olmuştur. Polany’nin doğaya bakışı, doğanın insanlara sağladığı faydaların insan yapımı olmadığı halde, bunları satılık metalara indirgemenin kendi kendine zarar verebileceği yönündedir.193

Polanyi, sonraki çalışmalarında, ekonominin toplumdaki değişen yerini tarihsel ve antropolojik açıdan karşılaştırmalı olarak ele almıştır. Toplumun ve yönetim biçiminin ekonomiye egemen olduğu yapıyı, ekonomilerin topluma ve yönetim biçimine egemen olduğu günümüz piyasa toplumlarıyla karşılaştırmıştır. İnsan ilişkilerinin kazançlar ve kayıplar arasında piyasa düşüncesine indirgediği günümüz dünyası hakkında, sosyal ve ekonomik hayatın bu yönde olmak zorunda olmadığını savunmaktaydı. Sosyogenez fikri, bu radikal düşünceyi bir adım daha ileri götürerek, toplumların ve ekonomilerin farklı doğal kaynak ortamlarında farklı şekillerde kurulduğunu savunmaktadır. Şekil 2.4’ten Şekil 2.5’e geçiş üzerinde tasvir etmiştir. Sosyogenez kavramı, bu radikal fikri büyük bir adım daha ileri götürür. Toplumların ve onların ekonomilerinin farklı doğal kaynak ortamlarında farklı şekillerde kurulduğunu savunuyor. Polanyi, ekonominin toplum içinde sosyal normlar ve ahlakla ilgili olarak yer değiştirdiğini, daha yakın zamanlarda genellikle yasalarla resmileştiğini, farklı dini kültürler ve farklı siyasi sistemlerden etkilendiğini ve bunları şekillendirdiğini savundu. Ekonominin toplumdaki değişen yerine ilişkin bu vizyon, toplumların etkileşimde bulunduğu ve geliştiği çevresel kaynakların (güneş, su, kömür, toprak, iklim) çeşitli mekansal bağlamlarına eleştirel bir şekilde yerleştirir. Toplumların iklim değişikliğini nasıl ürettiğini anlamak için değişimi bu perspektifte yapmamız gerekmektedir (s. 20).194

Şekil 2.4: Polanyi: Ekonomiler Farklı Toplumlarda Nasıl Farklı Kurulmaktadır?

Kaynak: (Harvey, 2016:21)

Figure 2.1: Kaynak: (Harvey, 2016:21)

Kaynak: (Harvey, 2016:21)

Şekil 2.5: Toplumlar (Ekonomiler) Farklı Kaynak Ortamlarında Nasıl Farklı Yapılandırılmıştır?

Kaynak: (Harvey, 2016:21)

Figure 2.2: Kaynak: (Harvey, 2016:21)

Kaynak: (Harvey, 2016:21)

Dolayısıyla, sosyogenez bir perspektiften, servet (kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla açısından) ve iklim değişikliği üretimi (yılda kişi başına düşen CO2 emisyonu) arasındaki ilişkidir. İkisi arasında doğrudan bir ilişki vardır, bir ulusun kişi başına ortalama serveti ne kadar yüksekse kişi başına düşen sera gazı emisyonu o kadar büyük olmaktadır. Ripple ve arkadaşları (2019) ülkeleri atmosfer üzerindeki ulusal toplam sera gazı GHG etkisinden ziyade üretimi açısından yeniden sıralamaktadır. Yoğun bir şekilde kentleşmiş ve enerji ithalatına bağımlı Singapur hariç, ABD masanın başındadır ve Çin on ikinci sıraya düşmektedir. Bir ABD vatandaşının ortalama servet üretimi, bir Çin vatandaşının ortalama servet üretiminden altı kat daha fazladır ve ortalama bir vatandaş, bir Çin vatandaşından iki buçuk kat daha fazla CO2 eşdeğeri üretmektedir. Hindistan örneği daha da çarpıcıdır. Ortalama bir ABD vatandaşı, ortalama bir Hintliden 30 kat daha fazla servet ve dokuz kat daha fazla CO2 üretmektedir. Aşağıda daha ayrıntılı olarak incelenecek olan Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı başına servetin yarısından biraz fazlasına ve kişi başına düşen CO2’nin yarısından daha azına sahiptir (Harvey, 2016: 163). Eden, iklim krizini, birçok meselede olduğu gibi bunu da bir adalet sorunu olarak görür. Siyasal elitlerin, zenginlerin dünyada birçok meseleden muaf olduğu gibi bu krizden de muaf olduklarını ifade etmektedir (s. 31).195

Hem kişi başına zenginlik hem de kişi başına düşen CO2 grafiğinin aşağı doğru eğrisine bakıldığında birkaç ani düşüş görülmektedir. Bunlar, politik ekonomilerin yukarıda bahsedilen kaynak ortamları ana fikrini desteklemektedir: Bu ani işaretler, zenginliği önemli ölçüde petrol veya kömürden (Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kazakistan, İran) elde edilen ülkeleri temsil etmektedir. Brezilya örneğindeki düşüş, elektrifikasyon veya ulaşım için enerjisinin çok azını fosil yakıtlardan almaktadır. Suudi Arabistan, Brezilya’dan üç kat daha fazla kişi başına CO2 üretmektedir. Kömür kaynaklarıyla Avustralya da yüksek düzeyde CO2 ortaya çıkarmaktadır (s. 163).196

Şekil 2.6: Ulusal Zenginlik ve İklim Değişikliği.

Kaynak: (Harvey, 2016: 162) Kişi başına düşen GSYİH'ye göre sıralanan ilk 25 ülke, en yüksekten (solda) en düşüğe (sağda) yıllık olarak

Figure 2.3: Kaynak: (Harvey, 2016: 162) Kişi başına düşen GSYİH’ye göre sıralanan ilk 25 ülke, en yüksekten (solda) en düşüğe (sağda) yıllık olarak

Kaynak: (Harvey, 2016: 162) Kişi başına düşen GSYİH’ye göre sıralanan ilk 25 ülke, en yüksekten (solda) en düşüğe (sağda) yıllık olarak

Eden197’e göre; iklim siyasetinin ön plana çıkmamasının nedeni, toplumsal konjonktürden kaynaklı stratejik bir tercih olabilir. Türkiye gibi politik gündemin çok hızlı değiştiği ülkelerde iklim siyasetinin yer bulamayışının sebeplerinden bir tanesidir (Eden, 2015: 33).

Chomsky’nin belirttiği gibi, iklim kriziyle ilgili yapmamız gereken yeni görevler bulunmaktadır ve bunun acil bir durum çağrısı olduğu kabul edilmelidir. Tarih, korkunç savaşlar, tarifsiz işkenceler, katliamlar ve akla gelebilecek her türlü temel hak ihlali kayıtları bakımından oldukça zengindir. Örgütlü insan yaşamının ortadan kalkma tehdidi tümüyle yenidir. Bunun üstesinden tüm dünyanın ortak çabalarıyla gelinebilir. Sorumluluk kapasiteyle doğru orantılıdır. Temel ahlaki ilkeler, dünyamız için korkunç bir gelecek yaratırken, kendilerini zenginleştiren ve yüzyıllardır krizler yaratanlara özel bir yükümlülük getirmektedir (s. 20).198 Avusturyalı iklim bilimci Andrew Glikson’a göre; dünya ordularına senede yaklaşık 1,8 trilyon dolar harcanmaya devam ediliyor ve bu kaynak, dünyadaki yaşamın korunmasına yönlendirilmelidir (s. 24-25).199